Biz sinema meraklılarının yakından tanıdığı bir konsepttir deus ex makina. Tam çevirisi “tanrı makinesi” olan terim, günümüzde sonu lost gibi biten filmleri tabir ediyor. Normalde antik yunan trajedyasında bu “tanrı makinesi”, tanrı ya da melek kılığındaki bir oyuncuyu gökten indirmek için kullanılan bir vinçten ibaret. Peki bu gökten inen kutsal inek ne iş yapar? Eğer hikaye işin içinden çıkılmaz bir hale gelirse, gökten inen tanrı işleri yoluna koyar: “Sen kötüsün, git cehennemde yan, sen iyisin, gel yanıma seni kurtaracağım” gibi. Bu durumun oluşması için illa bir kutsal figürün inmesine gerek yoktur. Kendi kendine çözülen hikayeler için de bu kelime kullanılır: En bilinen örnek “binbir gece masalları”nda görülür. Harun, vezirine bir cinayeti 3 gün içinde aydınlatmasını söyler, aksi takdirde vezirin başı gidecektir. Vezir ne kadar uğraşsada çözemez, tam kafası gidecekken katil ortaya çıkar, “ben öldürdüm” diyerek. Genellikle kötü bir metin yazımının kaçınılmaz sonudur. Tıpkı “flashback”ler gibi.
Flashback, yani zamanda geçici geri gitme, senaryo yazımında uzak durulması gereken bir başka problemdir. Flashback’ler genellikle düzgün şekilde anlatılamayan hikayelerde ortaya çıkmak zorunda kalır. Örneğin bir fıkra anlatıyorsunuz, başladınız anlatmaya, “şimdi temel hava alanına inmiş, bir bakmış yerde 100$ yatıyor, ulen ilk günden işe başlanırmı? demiş.” sonra durup, “ama bidakka söylemeyi unuttum, burası amerika aslında, bi de arkadaşı buraya gelmeden önce demiş ki, olm amerikada para bok, heryerde para, adeta yerden topluyosun, sen de gel”. İşte bu ikinci kısıma “flashback” diyoruz. Hikayeyi ve olayı ilginç kılacak şekilde anlatmaktan ziyade, anlatacak bir olayınız olmadığı zaman başvurulan mecburi bir yöntem: “Şimdi bir adam var, yerde 100$ görüyor almıyor”. Eh tabii bir sürü soru çıkacak, bu adam kim, neden almıyor, nerde bu adam? vs. Sonuç, ilginç bir olay var numarası yapan bir metin örneği: Flashback’lerle bir süre oyalamak mümkün dinleyiciyi: “Ya bu adam aslında bizim temel” vs.
Bu iki kötü hikayecilik örneği bir araya gelmiş lost’ta. Lost’un geneline bakarsak, sanki sinemanın “uzak dur” uyarısı verilmiş ögeleri üzerine gıcığına gitmiş gibi duruyor. Yıllardır neredeyse hiçbir filmde flaşbek ve deis eks makina görmememiz bizi bu iki fostrik konsept üzerinde deneyimsiz kılmıştı ve herkes yeni bişey gördiğünü sanmanın heyecanıyla tutuldu. Flashback’ler bir yere kadar işlemişti, fakat iki yanlıştan bir doğru olmadığını görüyorum ben.
Dizinin sonu tam bir hayalkırıklığı. Resmen hiçbir doyum yaşatmamasının ötesinde, son bölümde herkesin birbirine marihuana çekmiş gibi mal mal bakması, “eh jack, anla artık be sen de, ne adamsın, hey gidi jack” modelinde takılması birinin benimle dalga geçtiği izlenimini uyandırdı. Kate bir ara orta parmağını kaldırıp, “nası koduk size” deseydi hiç şaşırmazdım.
Kızgınlığım hikayenin kendisine değil, bu kadar güzel birbirine dolanmış bir hikayeyi, binbir çeşit mantıklı hikayeye bağlamak çok mümkünken,neden lindelof’un tuvaletini yaptıktan sonra kıçını sildiği kağıtta gördüğü metni seçtiklerini anlamadığımdandır.